Fahrettin Çiloğlu’nun Nisan 2007’de basılan öykü kitabı Uçinmaçini, yazı ve yazarın kendisiyle yapılan söyleşilerle basında geniş yer buluyor. Kitap hakkında Durmuş Akbulut’un ilk tanıtım yazısı “Nar çiçeği kokulu öyküler”, 25 Nisan 2007 tarihinde Sabah gazetesinin Kitap ekinde çıktı. İki gün sonra, 27 Nisan’da CNN TÜRK sitesinde, İpek Özbey’in yaptığı uzun bir söyleşi yayımlandı. Söyleşi “Bir varmış bir yokmuş: Uçinmaçini” adını taşıyor. 29 Nisan tarihinde, Sayım Çınar’ın “Uçinmaçini ne demek” başlıklı söyleşi Akşam gazetesininKitap ekinde yayımlandı. Çeşitli web sitelerinde de yer alan bu yazı ve söyleşileri biz de burada yeniden yayımlıyoruz.
Nar Çiçeği Kokulu Öyküler
Durmuş Akbulut
Sabah / Kitap
Edebi türler içinde şiirden sonra en köklü geleneğe sahip olan öykü, roman çağı başlamadan önce tamamen gerçeküstü ve masalsı motiflerle süslüydü. Edebi dağarcık geliştikçe, masal ve destan, hikaye alttürleri olarak anılmaya başlandı. Ancak, bizim anladığımız anlamda hikaye, romandan kendini tür olarak ayırmasıyla birlikte şekillenmeye, otonomi kazanmaya başladı. Yine de içinde eski masal ve destan geleneğinin nüvelerini barındırdı ve hep barındırmaya devam edecek görünüyor. Günümüzde de bazı öyküler, öykücüler, bu durumu fazlasıyla açık ederken, bazıları modern dilin her tür anlatım olanağından yararlanmaktadır. Fahrettin Çiloğlu'nun Uçinmaçini adını verdiği eseri de içinde bu tür tortuları saklayan, şiirle kardeş giden bir anlatıma sahip.
Farklı öykülerden oluşan bir esere tek bir tematik tanım getirmek her ne kadar zor hatta gereksiz olsa da; temelde tüm öykülerin yaydığı ortak ve tek bir koku, kitabın bütününün sahip olduğu biraura vardır. Uçinmaçini'nin yaydığı koku, her şeyiyle doğa kokan; nehirleri, yaylaları, kasabaları, köyleri ve tarlalarıyla mevsimlerin yaydığı bir nar çiçeği kokusu. Kitapta yer alan öykülerin bir kısmı, belki de ezici bir kısmı, çocukluk düşlerinin peşinde koşan bir kahramana ait. Bu anlamda birçok öykü arasında organik bir bağ kurmak pekala mümkün. Kar Kraliçesi adlı öyküde, "Gökyüzü halısının son tozlarını silkeledi Tanrı," diye söze başlayan kahraman, bir başka öyküde, "...Bunca kar neredeydi bugüne değin. Nerede saklanıyordu..." diye devam ediyor sözlerine. Bu elbette, hayal gücü yüksek bir çocuktan başkası olamaz. Ama aynı çocuğun hayal gücünden yansıyan fotoğraflar, duru bir dil sayesinde bizim de hayal gücümüz oluveriyor. Çiloğlu, genelde kış temasının ağır bastığı bu bölümde yer alan Uçinmaçini, Kar Kraliçesi ve Kaci adlı öykülerine genel başlık olarak Masal adını vermiş. Kitabın diğer bölümleriyse, yine genel başlıklar altında; Hayal, Hayal Ötesi, Masal Ötesi, Gerçek, Gerçek Ötesi şeklinde sıralanıyor.
Fahrettin Çiloğlu, Gürcü kökenli olmasının da verdiği bir zenginlikle ve coğrafya bilgisiyle kaleme almış öykülerini. Uçinmaçini'de yer alan yirmi iki öykü de yer yer iki coğrafya arasında gidip geliyor. Kafkasya'nın yabanıl doğasını bazı satırlar neredeyse bir film karesi netliğinde ve zaman zaman Tarkovski'nin kamerasından fırlamış izlenimi yaratan dinamik-durağanlık eşliğinde döküyor sözcüklere. Örneğin taşrada geçen bazı öyküler, tam da taşra insanının gündelik yaşamında her gün ve bıkmadan tekrarladığı o aynı eylemlerin yeni bir tekrarını sunuyor okura.
Peki nedir Uçinmaçini?
Gürcü dilinde bir sözcük olduğu malum. Ama sakın sözlüğü açıp bakmaya kalkışmayın. Uçinmaçini hem her şey hem de hiçbir şey. Hem var hem yok. Aşk mı? Godot mu? Güneş mi? Bulut mu? Bir kız mı? Kar tanesi mi? Belki de küçükken çok sevdiğimiz ama artık hiçbir yerde bulunmayan, katkı maddeleri ve renklendiricilerle değişmiş eski bir şekerleme.
Bir Varmış, Bir Yokmuş: "Uçinmaçini"
İpek Özbey
CNN TÜRK
Yazar Fahrettin Çiloğlu öyküseverlerin dağarcığını zenginleştirecek yeni bir yapıtla çıkıyor okur karşına.
"Uçinmaçini" adını verdiği bu kitabıyla Çiloğlu, çocukluk özleminin ağır bastığı, masal tadında, yer yer şiirin sınırlarında dolaşan bir üslup geliştiriyor. Bazı öyküler gerçek masalların ilginç birer yorumu olarak görülebilir.
Fahrettin Çiloğlu'yla İstiklal Kitabevi'nden çıkan yeni kitabı Uçinmaçini'yi konuştuk.
Kitap düşle gerçeğin iç içe geçtiği "büyüklere masallar" tadında, gerçekten okurken, gülümseten bir hüzün var içinde. Bu dili edebiyat içinde nasıl bir yere koymalıyız?
Hüzün ile mizah benim öykülerimde ikiz kardeşlerse eğer, bu masalsı anlatımın da, aslında bu ikiz kardeşlerin kız kardeşi olduğunu ileri sürebilirim. Ancak karar veremediğim nokta, ikiz olmayan kardeşin yaşının ne olduğu. Gene de bir "büyük kardeş" tavrı var gibi.
Bu dilin edebiyat içindeki yerini sorarken, eğer burada benim anlatı dilimden, üslubumdan söz ediyorsak, bunun kısa öykü dili olduğunu söylemek isterim. Bu, birkaç dakikada okunabilen kısa öykülerimin dili, kuşkusuz öncelikle benim dilim, ama anlatı tarihi içinden efsanelerin dilini sırtlayarak geldiği de kesin. Biraz, insanlığın mitleri yaratan dilinden bir şeyler de çalmış olmalıyım; ama bu çaldığımın "ateş" olmadığını biliyorum."
Biliyoruz ki Gürcüce'den çeviri yapıyorsunuz. Gürcüce yayımlanmış şiirleriniz de var. Farklı bir coğrafyanın tadını biliyorsunuz yani. Bu doğduğunuz coğrafyayla "masal yolculuğunuz" arasında bir bağ var mı? Yani sizin oralarda "masalcılık" biraz da âdetten mi?
Fahrettin Çiloğlu: "Gürcü dilinin ve Gürcü edebiyatının bir etkisi de olmalı benim yazma sürecime. "Uçinmaçini"de yer alan öykülerimin bir bölümü ve Gürcüce yazdığım şiirler geçen yıl Gürcistan'da yayımlandı. Gürcüceden öyküler, şiirler ve birkaç kitap çevirmişliğim olsa da kendimi çevirmen saymıyorum. Ama senin sorduğun etkilenmişlik veya etkileşim, fazlasıyla var olmalı.
Aslında Gürcü kültür geleneğinde, tırnak içinde bir masalcılık olduğunu söylersem, yanlış olmaz. Bunu Gürcü sinemasında, tiyatrosunda, hatta halk danslarında bile görmek mümkün. Benim çocukluğumda anlatılmış ve kulaklarımda fısıltı halinde kalmış masallar da var öte yandan. Benim köklerimin uzandığı coğrafya, Prometheus'un zincirlendiği, Altın Post'un peşine düşen Argonotların vardığı topraklar. Yunan mitolojisini besleyen bu topraklar, benim dilime de bir parmak bal veya zehir çalmış olabilir."
Bütün öyküleriniz kısa öykü. Bunun bir nedeni var mı sizin dünyanızda? Yani az sözcükle çok şey anlatmak gibi bir derdiniz mi var?
Fahrettin Çiloğlu: "Kısa öyküler yazmayı seviyorum. Tabii ki bu da kendiliğinden az sözcükle çok şey anlatmayı beraberinde getiriyor. Muhtemelen bunda, yazmaya şiirle başlamamın da etkisi var.
Sözcükleri ta başından kendiliğinden süzdüğümü, bunun doğal bir süreç olarak işlediğini söyleyebilirim. Bunun için özel bir çalışma yapmıyorum, yazma alışkanlığım böyle bir bakıma. Öte yandan uzun yazacak kadar sabırlı biri de değilim, öykülerimi genellikle masa başına bir kez oturarak yazıyorum. Bu çok kısa öykülerde derdimi gerçekten anlatabildiğimi düşünüyorum ve bu da beni mutlu ediyor."
Kitapta kente, çocukluğa özlem çok ağır hissediliyor. Siz böyle biri misin? Bu özlemi bazen "Bu kente dönmemek beni öldürebilirdi" diye anlatıyorsunuz. Bir kentte yaşarken, başka bir kenti özlemek, ama yine de özlediğin kente gitmek için yaşadığın yeri bırakmamak neden?
Fahrettin Çiloğlu: "Burada çocukluğa duyulan özlem değil çocukluğun kendisi var sanırım. Yetişkin hale geldiğimizde çocukluğumuzun geride kaldığını sanıyoruz, ama kalmıyor.
Bir öykü yazarı için çocukluk, öykünün ta kendisi de olabilir. Çocuk halimizle de aslında hayatı ve dünyayı yeniden kurguluyoruz, içimizde kahramanlar yaratıyor ve onları çocukluğumuz boyunca yaşatıyoruz. Tek kişi olan kendimizi iki kişiliğe bölebiliyoruz çocuk halimizle, oyun arkadaşımız yine kendimiz olabiliyoruz.
Kente duyulan özlemde, bir kentin bizim yaşamımızla ne kadar özdeşleştiği önemli sanırım. Bir de o kente bizi bağlayanın neler olduğu. Başka bir yere gitmek, başka bir yere de bağlanmak anılarımızın, hayatımızın parçalanmasına yol açabiliyor. İnsanın gençliğini, ilk aşkını yaşadığı kent vazgeçilmez bir mekândır benim yaklaşımımla.
Çocukluk anılarımızı ev süslerken, gençliğimizi kent mekânları donatır. Kentin kendisi, gençliğimiz, ilk aşkımız haline gelir, onlarla özdeşleşir zamanla. Biz kenti terk etmek istesek bile, onun bizi bırakmadığını görürüz."
Öyküde bilmediğimiz, duymadığımız, tanımadığımız adlar var. Ve bunların mutlaka sizde bir hikâyesi olmalı. Örneğin kitabın adını aldığı öykünün başlığı, "Uçinmaçini" nedir?
Fahrettin Çiloğlu: "Öykülerimde, tırnak içinde söylersek, okur için yabancı gibi duran adlar, paylaştığımız coğrafyanın içinden geliyor. Bu adların dışında, yer yer başka bir dile, Gürcüce'ye yaptığım göndermeler de var. Bu adlar, başka dile yaptığım göndermeler öykülerimin doğal bir parçası. Ben iki kültürün, iki coğrafyanın, iki dilin kesiştiği çevreden gelen biriyim.
Bu noktada "Uçinmaçini"nin sözlük anlamından çok yüklendiği sembolik anlam önemli sanırım. Durmuş Akbulut kitabımı değerlendiren yazısında "Uçinmaçini"yi şöyle yorumladı: "Gürcü dilinde bir sözcük olduğu malum. Ama sakın sözlüğü açıp bakmaya kalkışmayın. Uçinmaçini hem her şey hem de hiçbir şey. Hem var hem yok. Aşk mı? Godot mu? Güneş mi? Bulut mu? Bir kız mı? Kartanesi mi? Belki de küçükken çok sevdiğimiz ama artık hiçbir yerde bulunmayan, katkı maddeleri ve renklendiricilerle değişmiş eski bir şekerleme."
Ama bana gene de sorarsan, "Uçinmaçini"nin anlamı, her okurun bu sözcüğe yüklediği anlamda saklıdır derim. "
“Uçinmaçini” ne demek?
Fahrettin Çiloğlu öyküseverlerin dağarcığını zenginleştirecek yeni bir yapıtla çıkıyor okur karşısına. Uçinmaçini adını verdiği bu kitabıyla Çiloğlu, çocukluk özleminin ağır bastığı, masal tadında, yer yer şiirin sınırlarında dolaşan bir üslup geliştiriyor.
Sayım Çınar
Akşam Gazetesi / Kitap
Yazmak ve yaşamak arasında sizin için nasıl bir ilişki var? Yaşamı hissedenler trajik mi yaşar?
Yazmak da yaşamın bir parçası. Yazar olarak yazmak ve yaşamak arasında bir karşıtlık kurduğunuzu varsayarsanız, o zaman bu iki durumun iki farklı süreç olduğu ileri sürülebilir. Ama yaşamın birkaç kanaldan aktığını kabul ederseniz, o zaman yazmak, ayrı bir süreç gibi görünse bile, yalın bir yaşamın bir parçası olur. Yazmayı ve yaşamı iki ayrı olgu gibi kategorize etmiyorum. Ne var ki okur tarafından yazarın yaşamı ile yazarlığı, yaygın olarak iki farklı durum, iki farklı süreç, iki farklı kavram olarak algılanır.
Trajediden ne anladığımız çok önemli, çünkü bu değişken ve göreceli bir kavram. Ben bu değişkenliği ve göreceliğine karşın, sizin tabirinizle yaşamı hissetmeyenlerin aslında trajik yaşadığını söyleyebilirim. Yazar, bu trajik olmayan trajediyi gören ve yansıtan kişi konumunu üstlenmiş olabilir.
Yaşadığınız kentlerin üzerinizde ne gibi etkileri var?
Yazarın kentleri nasıl mekânlar olarak algıladığını bilmemiz gerekiyor, ki kentlerin yazarlar üzerindeki etkilerini de tahmin edebilelim. Yaşadığı kentler yazar için “erkeksi” mi yoksa “kadınsı” mekânlar mıdır sorusunun yanıtında yatar bu etki. Benim için yaşadığım kentler kadınsı mekânlardır ve onlara âşık olma ihtimalim hep olmuştur. Ama kapladığı alanlar büyüdükçe kentler tekli kadın mekânlar olmaktan çıkar, birkaç kadını barındıran mekânlar haline gelir. Uzun yıllardır yaşadığım İstanbul böyle bir kenttir benim için ve bu kentin sadece birkaç semtini severim. Kentin geriye kalanı, sevemeyeceğim kadınlar sınıfına girer.
Kitap adlarının bile başlı başına bire mesaj olduğu düşünülür... Kitabınıza vermiş olduğunuz Uçinmaçini adı ne anlama geliyor? İlk onunla tam olarak ne zaman karşılaştınız?
Kitabımın adıyla özel bir mesaj vermek istediğimi söyleyemem. Ancak bu adın zaten kendiliğinden bir mesaj olduğu veya olmadığı söylenebilir. Bu noktada, okurun veya kitabı ilk kez görenlerin kafasında oluşacak olan imaj önemli. Bu imajın, imgenin neler olabileceğini kestirmem mümkün değil, belki pek çoğu kapaktaki resimle ilişkilendirecektir bu adı. Belki kimi, bu adın yol açtığı ama kendisinin de nereden geldiğini bilmediği imgeler dünyasına açılacaktır.
Benim için “Uçinmaçini”nin ne olduğunu anlatarak okura sınırlar çizmek istemem. Veya sınırsız bir dünya yaratarak okurun bu uçsuz bucaksız dünyada kendisini yitirmesini de istemem. Sanırım burada, okur ile kitap arasındaki dünyaya müdahale etmemek gerekir. Bu sorunun yanıtını daha çok okura bırakmak istiyorum.
Edebiyatta, özellikle öykü türünde yapmak istediğiniz yeni bir şeyler var mı? Öykü meraklılarını öyküden vazgeçemeyenlere kimleri ve neleri önerirsiniz?
Öykü yazarları edebiyat dünyasının en mütevazı duruşlu aktörleridir. Herhangi bir şey yapmak istediklerini söylemez ve ileri sürmezler. Öykülerini yazar ve bir kenara çekilir gibi yapıp, neler olup bitiyor merakıyla aşağıyı seyrederler. Aşağıda olup bitenlere karıştıkları da pek görülmez. Sonra birileri çıkar, örneğin edebiyat eleştirmenleri, edebiyat tarihçileri veya okurları, öykücüleri bir yerlere koyarlar. Ama doğru ama yanlış, öykücüye bir yer ayrılır aşağıdaki mekânda. Ne var ki, özellikle kısa öykü yazarlarının o ayrılmış mekânlara sığdığı söylenemez.
Tabii ki bu söyleşide öykü meraklılarının, burada üzerinde konuştuğumuz kitabımdaki öyküleri okumalarını öğütleyeceğim. Başka zaman başka önerilerim de olabilir, ama şu anda öykü okurlarını başka yerlere yönlendirmek istemem. Bizimle kalmalarını yeğlerim.
Öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz? Daha önce bu öyküler başka bir yerde yayınlandı mı?
Öyküleri nasıl yazdığımı bir sır olarak saklamak isterim. Ama öte yandan ben de merak ediyorum, acaba okurlar okudukları öykülerin yazılma süreçleri üzerinde düşünüyorlar mı diye.
Kitaptaki öykülerin büyük çoğunluğu yayımlandı. Ama daha önce hiç yayımlanmamış öyküler de var bu kitapta.
Öykülerinizdeki karakterlerin dünyalarını tamamıyla biliyor musunuz? Onları ne kadar tanıyorsunuz?
Öykülerimdeki karakterlerin, haliyle benim kendilerine atfettiğim özelliklere sahip olmaları gerekir. Onları kurgulayan ben olduğuma göre bu böyle olmalı. Ancak, sanırım tam olarak bu böyle değil, bu karakterlerin yazarken bana, kendi “Hayal”, “Hayal Ötesi”, “Masal”, “Masal Ötesi”, “Gerçek” ve “Gerçek Ötesi” dünyalarını da dayatmış olduklarını düşünüyorum. Ben bu karakterleri kurgularken, onların da bir yazar olarak beni yönlendirdikleri kesin. Böyle olunca, benimle karakterler arasında kapalı bir dünyanın olduğu da kesinlik kazanıyor; bizim birbirimizi tamamen tanıdığımız söylenemez. Hatta karşılıklı olarak gizlediğimiz sırlarımız bile olabilir. Bazı karakterlerin başka öykülerde de yeniden karşıma çıktıklarını görünce, birbirimizin hayatlarını da kurcaladığımız hissine kapılıyorum. Ben onların hayatlarını okurların önüne sererken, onlar da benim gerçek hayatımdan parçaları kendi hayatlarına monte ederek beni kapalı dünyamın dışına çıkarıyorlar. Ve bu aramızdaki çekişme, yazmakta olduğum yeni öykülerde de süreceğe benziyor.
Öykülerinizde hep bir kısalık göze çarpıyor. Bu, özellikle tercih ettiğiniz bir tarz mı?
Benim yazdığım öykülerdeki kısalığa dikkat çekmeniz beklemediğim bir soru oldu. Çünkü söyleşi verenler, yaklaşık olarak, gelebilecek soruları da tahmin etmeye çalışırlar. Bu beklenmedik soruyu şöyle yanıtlayayım. Sanırım ben, kısa öykü bile değil, “kısa kısa öykü” yazmayı seviyorum. Bu arada okurlara da, öykülerimi yeniden kurgulama ve hatta yeniden yazma olanağı tanıyorum. Öykülerimin ucu açık öyküler olduğu da söylenebilir. Zaten kısa öykü dediğimiz edebi türde, bir öykünün başlangıcı başka bir öykünün sonu, sonu da bir başka öykünün başlangıcı olabilir.
Akşam Gazetesi / Kitap