Chveneburi.Net - Gürcü Kültür Evi

Yazarın İç Dünyası, Parçalanmış bir İç Dünyadır! (Röportaj, Cumhuriyet Gazetesi)

Edebiyat

Fahrettin Çiloğlu’nu dergimiz okurları “Şiir Atlası”na yaptığı çeviriler ve kitap tanıtma yazılarından tanıyor. Oysa bir şair o. Kendini ve şiirlerini anlatıyor aşağıda.

Fahrettin Çiloğlu’nu dergimiz okurları “Şiir Atlası”na yaptığı çeviriler ve kitap tanıtma yazılarından tanıyor. Oysa bir şair o. Kendini ve şiirlerini anlatıyor aşağıda.


-Art arda üç kitabınız, bir de çeviriniz çıktı. Bunlardan Nisan Şiirleri, bir şiir kitabı. Beni Bırak Uzaklara’da ise kısa öyküleriniz yer alıyor. Aşksız Mutluluk Yoktur adlı kitabınızın hangi türe girdiğine karar veremedim. Gürcü yazar Guram Gegeşidze’den çevirdiğiniz öyküler de Düş adını taşıyor. Ben şiir kitabınızla sohbete başlayalım istiyorum, çünküCumhuriyet Kitap okurunun sizi daha çok şiir çevirilerinizle tanıdığını sanıyorum. Oysa şimdi kendi şiirlerinizle karşımızdasınız. 

-Cumhuriyet Kitap okurlarının başka yayın organlarını okumadığını varsayarsak bir an, bu sözlerinizi doğru kabul edebiliriz. Kitap ekindeki “Şiir Atlası” sayfalarında epey şiir çevirim yayımlandı. Yedi Gürcü şairin şiirlerini Türkçe’ye kazandırdım. Ayrıca Eski Mısır şiirini ve Japon şiirinden “tanka” ile “haiku”lar çevirdim; bunlar da “Şiir Atlası”nda çıktı. Şiir çevirilerim başka dergilerde de yayımlandı. Öte yandan Sıcak Hüzün adlı kitapta da yer aldı. Kendi şiirlerimin ise çok azı daha önce yayımlandı. Oysa uzun yıllardır şiir yazıyorum, belki daha çok kendim için. Ama zaten her şeyi önce kendimiz için yazdığımızı söyleriz, sonra başkalarının karşısına çıkarız. Çünkü yazdıklarımız kendi dünyamıza sığmaz olur ve bu dünyanın dışına taşar. Nisan Şiirleri’nin de öncelikle kendi dünyam dışına bir taşma olduğunu belirtmeliyim. Beni şiir çevirmeye biraz da şiir yazıyor olmam itmiştir. Sonra şiir çevirmem yazmamı etkiledi. Bu iki yazınsal halin, karşılıklı olarak olumlu etkileri var, biri diğerini kolluyor ve besliyor. Ama bu iç içeliği, ben daha çok öykü yazarken yaşıyorum.

-Şiirlerinizde geçmişe, geride kalanlara, yitip gidenlere bir “ağıt” var sanki. Çocukluğa, gençliğe, aşklara… Bütün bu geride kalanlar, bir hüzün perdesine yansıtılmış görüntüler gibi. Sanırım kitabınızın başındaki “Şiir gibi / Hüzünlü hayatlara adanmıştır” sözlerinde de bütün bunların yansıması var. 

-Bu saptamalarınız doğru, ama şiirlerimin yalnızca bir yanı bunlar. Sonra ben “ağıt” demeyi tercih etmem. Ancak şiirlerimin üzerinde bir “hüzün ve sevda” örtüsünün olduğunu söyleyebilirim. Hayatı, yaşayıp gidiyorsunuz ve yaşamın hızlı temposu içinde geride kalan yıllarınıza dönüp bakma fırsatınız bile olmayabiliyor.

Belki de bunu istemiyorsunuz, geriye bakmak yerine ileriyi düşünmek, gelecek düşleri kurmak daha cazip geliyor insana. Ne var ki yaşamınızın acı ve aşklarla, hastalık ve ölümlerle, hayal kırıklarıyla çalkalandığı, altüst olduğu zamanlarda, hayata bakışınız da değişiyor. Geleceğin pek de gelecek olmadığını, geçip giden yılların pek de geçip gitmediğini görüyorsunuz. O zaman geriye dönüp bakıyorsunuz, çocukluğunuza, gençliğinize, yitirmiş olduğunuz yüzlere. Hayatınızın eski sayfalarının, tıpkı eski kitap sayfaları gibi sararmış olduğunu görüyorsunuz. Çocukluğunuza örneğin, fısıltıyla sesleniyorsunuz, çocukluğunuz arkasını dönüyor size, çünkü çocukluğunuz sizi, yetişkin halinizi tanımıyor. Gençliğiniz de öyle… Her şeyin geride kalmış olması karşısında, yapacak bir şeyiniz yok. Bir aşkı tutkuyla yaşamışsınız mesela, onun da geride kaldığını görüyorsunuz. Bütün bunlar karşısında söylenebilecek fazla bir şeyin kalmadığını da görüyorsunuz. “Ne diyebilirim? / Hayatın bir oyunuydu bütün bunlar” diyorsunuz.

-Şiir kitabınız, biraz da sanki “Sen şiirleri” kitabı. Sen sözcüğü, belki de şiirlerinizde en sık kullanmış olduğunuz sözcük. Bu kadar çok “sen”, bu şiirlerin pek çoğunu doğrudan birine yazmış olduğunuzu mu gösteriyor?

-Şiirlerimi çok dikkatli okuduğunuzu görüyorum. Şiirlerimdeki “sen”ler de sanki sizinle işbirliği yapmışlar gibi. Siz şiirlerimi okurken, dizelerin arasından “burada bir ‘sen’ daha var” demişler gibi geldi bana. Bu “sen”ler üzerine fazla açıklama yapmayacağım. Ama bütün “sen”lerin bir tek “sen” olmadığını belirtmeden de geçemeyeceğim.

Örneğin “Che Guevara” şiirindeki “sen” ile “İstanbul Düşleri”ndeki “sen”ler birbirlerini tanımıyor. Ne var ki “Yıldız Yanılsaması”ndaki “sen” ile “Ve Sen” şiirindeki “sen”in aynı sen olup olmadığını ben de bilmiyorum.

-Ya şiirlerinizdeki “İstanbul”? İstanbul görüntüleri, İstanbul’un semtleri, İstanbul hayalleri…

-Kitaptaki bütün “İstanbul”ların aynı İstanbul olduğuna kefilim. Bence bir insan için en güzel kent, aşklarını yaşadığı kenttir. İstanbul benim en güzel kentim ve bir sevgili kadar sıcak, kucaklayıcı ve vazgeçilmez.

Şiirlerimdeki İstanbul, güzel yüzleriyle karşımıza çıkıyor daha çok. Tarihsel dokusuyla, bugünkü haliyle, kültürel çeşitlilik yansımalarıyla. İstanbul’da “Hayat / Minarelerin Haliç’e çizdiği derin çizgiler” gibi çünkü. Öte yandan İstanbul, “Bir Babil’dir, derim / Ayrı bir dünya / Kâinatın yaratılışından önceki kargaşa / Güzel değil, harikuladedir / Çirkin değil, korkunçtur / Hoşa gitmez, sarhoş eder”. Evet, böyledir İstanbul!

-Buradan öykü kitabınıza geçmek istiyorum. Ama şiirlerinizden söz edince, aslında dolaylı olarak öykülerinize geçmiş oluyoruz. Çünkü iki kitap arasında çok fazla ortak nokta var. İki kitapta da bölüm başlıkları aynı. Aynı imgeler, ortak göndermeler, benzer anımsamalar var. Bütün bunların bir rastlantı olduğunu söyleyemeyiz herhalde.

-Hayır, rastlantı değil bunlar. Üstelik Aşksız Mutluluk Yoktur kitabını da katabiliriz bu saptamaya. Sanırım öncelikle kendi hayatımın bu üç kitaba yansımaları var, bazı ortak yanları bu da açıklıyor. Ama temel olanın bu olduğunu söyleyemem, asıl örtüşmeler benim bilerek yaptığım küçük oyunlar. Bir başka söyleşide de söylemiştim. Burada aynı sözleri tekrarlamakta bir sakınca görmüyorum. Önce şunu belirtmek istiyorum.

Yazmayı seviyorum, çünkü yazı yazmak yaşamın en zevkli yanlarından biri. Yaşamın en zevkli yanı ise, kendisinin bir tür oyun olması. Bir tiyatro sahnesindeki gibi oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim. Ama ezberlenmiş bir rol yok, ne zaman neyi oynayacağınızı bilmiyorsunuz. Ama sonuç olarak oynuyor ve bir oyun içinde yaşıyoruz. Yazmak bir başka yaklaşımla “oyun içinde oyun”. Ben yazarken bu “oyun içinde oyun”a da küçük oyunlar katıyorum. Bu oyunları okur buluyorsa, onun için de var oluyor bu küçük oyunlar. Bulamıyorsa yazarın küçük oyunları olarak kitapta kalıyor.

-Bütün öyküleriniz kısa öykü. Yüz sayfayı bulmayan öykü kitabınızda on yedi öykü yer alıyor. Öte yandan öyküleriniz biraz masalsı bir dil, masalsı bir hava taşıyor ve bizim bilmediğimiz adlar, sözcükler barındırıyor içinde. 

-Ben yalnızca kısa öyküler yazıyorum. Bu tarz öyküleri “kısa kısa öykü” olarak tanımlayanlar da var. Kısa bir düz metinde bir şeyi anlatabilmeyi seviyorum, anlatabilmiş olmak hoşuma gidiyor. Bu belki, biraz da şiir yazmamla ilişkili olabilir. Bir şeyi, mümkün olduğu kadar az sayıda sözcükle anlatma hissi buradan geliyor olabilir. Ama yazı hayatımda şiir olmasaydı, sanki gene de kısa öyküler yazarmışım gibi geliyor bana. Kısa öykülerin ucu açık, tamamlanmamış gibi. Okur isterse, kafasında öyküye devam edebilir, isterse bir bakıma kendisi yazmayı sürdürebilir. Kısa öykünün bence en çarpıcı yanı, yarım sayfalık bir öykünün insanı yirmi sayfa yazabilecek kadar hayallere, düşüncelere, duygulara sürüklemesi. Ben kısa öykünün başarısının burada yattığına inanıyorum. Bir öykü okuduğunuzda, öykünün çizdiği sınırların dışına çıkarak, siz yeni bir “dünya” kurgulayabiliyorsanız, bu iyi bir kısa öykü okuduğunuzu gösterir. Masalsı dilin, masalsı anlatımın, kısa öykünün ufuklarını daha da açık tuttuğuna inanıyorum. Ama masalsı havanın olmadığı pek çok kısa öykünün de böyle olabileceğini, olduğunu söylemeliyim. Öte yandan öykülerimde farklı kültürlerin izleri, yansımaları var. O “bilmediğimiz” sözcükler, adlar bu yansımaların hareket noktaları. Hiç kuşkusuz, burada bilinçli bir tavır söz konusu. Ayrıca öykülerde gizemli, örtülü bir yanın olmasının, öyküyü bazen, belki anlaşılmaz, ama çekici kıldığını düşünüyorum. Ama gene de temel dürtünün, biraz önce de söylediğim gibi “oyun içinde oyun” olduğunu söylemeliyim. Örneğin “Uçinmaçini” öyküsünü okuyup oyun içindeki oyunu keşfedenler, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır.

-“Gerçek” adını verdiğiniz bölümdeki iki öykü sahiden çok gerçek. Buradaki ilk öyküde ölüm orucu nedeniyle ‘wernicke-korsakoff” hastası olan birinin, ikincisinde öldürülen sol görüşlü bir öğrencinin yaşamından birer kesit var. Ne var ki öyküler sanki “gerçek ötesi” bir üslupla anlatılmış gibi. Oysa “Gercek Ötesi” adı altındaki iki öyküde, daha gerçek ötesi yaşamdan kesitler olmasına karşın anlatım biçiminiz daha gerçekçi. Bu saptamama katılıyor musunuz?

-Kısmen katılıyorum. “Gerçek” adlı bölüme koyduğum iki öykü, gerçek yaşamlarla daha ilişkili öyküler. Ama sanırım buradaki gerçekler insana acı veren gerçekler ve yalın haliyle çok ağır, katlanılması da bir o kadar zor. Belki de bu algılama biçimi, beni böyle bir anlatıma itmiş olabilir. Bazen bir öyküyü neden öyle bir üslupla yazmış olduğumu ben de çözemiyorum, çünkü yazma süreci bazen yazarın kontrolü dışına çıkabiliyor. Diğer iki öykünün üslubu için de aynı şeyi söyleyebilirim. Belki de bu, yalnızca benim algılama ve duygulanma biçimimle ilişkilidir. Beni etkilemiş olan bir olayı öykülerken iç dünyamda neler olup bittiğini tam olarak ben de bilmiyorum. Gerçek hayatta bir olaya bakışım ile öyküde ele alışım arasında da zaten bir paralellik bulunmuyor. Yazarın iç dünyasının parçalanmış bir iç dünya olduğunu ve bu parçalanmanın, yazarın kendi hayatını gerçek dünyada, içinde yaşadığımız dünyada yaşaması ile öykülerdeki kişilerin yaşamlarının, gerçek gibi görünse de, sonuç olarak yazarın kurguladığı bir dünyada geçmesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.

-Gerçekten de “aşksız mutluluk yok mu”? Eğer böyleyse, kitabın girişine neden Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur” dizesini koydunuz?

-Eğer Aragon’un kitabının adı öyle olmasaydı, muhtemelen bu kitabımın adı Mutlu Aşk Yokturolurdu. Aşk, en derin insani hallerden biri. Mutluluk ise, hepimizin tam olarak ne olduğunu bilmediğimiz, ama olmasını istediğimiz bir duygu. Gene mutluluk için, bir tür “ölü deniz” diyebiliriz. Çalkantının olmadığı, iç huzurun ve tatminin olduğu bir yaşam anı var mıdır bilemiyorum. Varsa eğer, bize bu tam da “mutluluk” gibi geliyor. Oysa aşk, okyanus gibidir. Ölü denizde var olan hiçbir şey, okyanusta yoktur. Eğer mutluluğu, bir duyguyu zirvesinde yaşamak gibi algılarsak, o zaman mutluluk aşkla birlikte var olabilir. Ne var ki, pek çok duygu biçiminin zirvesini aşkla tanıyan insan, öte yandan en mutsuz insandır. Düştüğünüzde canınızın ne kadar yandığı, biraz hangi yükseklikten düştüğünüze bağlı değil midir? Bir de düştüğünüz zeminin nasıl olduğuna kuşkusuz… Aşk bizi zirveye taşıdığında, aşksız bir mutluluğun olmadığını kavrıyoruz; zirveden yere düştüğümüzde de “Mutlu aşk yoktur” diyoruz.

-Kitabınız onun için mi “Mutlu aşk yoktur. Aşksız bir mutluluk olmadığı gibi…” sözleriyle bitiyor?

-Bu kitaptaki metinlerde aslında her iki hali de bulmak mümkün. Başka bir deyişle, bir insanın hem aşkla çok mutlu olduğunu, hem de mutsuz anlar yaşadığını görmemiz mümkün. Bu kitap bir aşk kılavuzu değil, aşk içinde yapılmış yolculukların kitabı bir bakıma, iki nokta arasında yapılmış yolculukların kitabı. Pek çok insan, aşk yüzünden acılar çekiyor. Öte yandan aşkın yokluğunun insana acı verdiği de bir gerçek. Bertrand Russell’in, benim de alıntıladığım sözlerini burada yinelemek istiyorum: “Güzel şeylerin tadını sevdiği kadının yanında tatmamış bir adam, bu şeylerdeki büyüleyici kudreti tam olarak anlayamaz. Sonra, aşk benliğin sert kabuğunu kırma gücüne de sahiptir.” Ben, güzel şeylerin tadını sevdiğim kadının yanında tatmış biri olarak, aşksız bir mutluluğun olmadığını yinelemek istiyorum.

-Bu son soruda, çevirmiş olduğunuz öykü kitabının yanı sara, biraz da çevirmenliğinizden söz edelim istiyorum. Siz Gürcüce’den çeviri yapıyorsunuz, öte yandan Gürcüce’den çevirinin ülkemizde yaygın olduğu söylenemez.

 -Gürcüce bilmem, Gürcü kökenli olmamdan geliyor. Gürcüce eğitim almamış olmama karşın, ailemden öğrendiğim bu dili kendi kendime geliştirdim. Bu bana çeviri yapma olanağı sağladı. Öte yandan Gürcüce yazmayı da denedim; Gürcüce yazdığım ve yayımlanmış az sayıda şiirim de var. Ama benim edebiyat dilim Türkçe ve kendimi bu dilde ifade edebiliyorum. Gürcüce’den pek çok çeviri yaptım, şiir, öykü ve masallar çevirdim. Yazdığım araştırma kitaplarının yanı sıra bu çevirilerimin yer aldığı kitaplar geçmiş yıllarda yayımlandı. Guram Gegeşidze ise, çevirdiğim Gürcü yazarlardan biri. Yalın ve gündelik yaşamın ayrıntılarını yansıtan öykülerini sevdiğimi için çevirdim. Bunların bir kısmı daha önce dergilerde çıkmıştı. Şimdi de Düş adı altında kitaplaştı.

-Şimdi neler yazıyorsunuz? Yakın gelecekte başka kitaplar olacak mı?

-Son dönemlerde daha çok öykü yazıyorum. Şiir biraz geri planda kaldı diyebilirim. Ayrıca çeviri yapıyorum, başka Gürcü yazarları çeviriyorum. Öte yandan edebiyat dışı konularda da yazıyorum. Yakın gelecekte gene yazınsal bir kitap mı çıkar, yoksa bir araştırma kitabı mı, bunu ben de bilemiyorum. Gene üç kitabın birlikte çıkmasını dileyelim!

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.