MÜNİH - BAĞDADİ - TBİLİSİ HATTI
Mikail YAKUT (HİMŞİAŞVİLİ)
Almanya gezimin ilk durağı olan Münih’de bir hafta kaldım. Münih’e gittiğimde ilk yaptığım iş, daha önce internet üzerinden irtibat kurduğumuz Münih Gürcü Derneği’nden (Aslında ismi dernek fakat henüz bir büroları yok. Ama onları bir arada tutan sıkı dostlukları buna çok da ihitiyaçları olmadığını gösteriyor. Ayrıca bir yayın organları da bulunmakta.) Nino Khabelaşvili’yi aramak oldu. Nino, Gürcüstan’dan Almanya’ya okumak için gelmiş ve Münih’de gazetecilik okumakta. Münih’deki ikinci günümde, Marienplatz’ın tam ortasındaki anıtın önünde buluştuk Nino ile. Ve diğerlerinin yanına gittik. Leri, Marika ve Giorgi’nin yanına. Ve birlikte Münih’in “Çiçek Pasajı”na gittik. Gürcücem yeterli olmadığı için Almanca konuşuyorduk. Yemekler söylendi, herkes kendini tanıttı ve muhabbet gittikçe koyulaştı. İçlerinde en genç bendim doğal olarak, ama bunu hissetmedim bile. Çok güzel bir akşam yemeğiydi benim için. Masadan kalkmadan önce babamın gönderdiği Çveneburi Dergilerini ve Ahmet Özkan Melaşvili’nin resimlerini onlara takdim ettim. Çok mutlu oldular ve çok ilgilendiler. Onlar da bana Türkiye’ye getirmem için kendi yayın organları olan Tanamemamule Dergisi’ni verdiler.
Münih’de kaldığım bir hafta boyunca bu dostlarımla çok güzel anılarım oldu. Ancak bir tanesini özellikle anlatmak istiyorum. Münih’de bulunan yaşlı ve aristokrat bir Alman hanımefendi, Gürcülükle hiç alakası olmamasına rağmen tam anlamıyla bir Gürcüstan, Gürcü kültürü ve Gürcü müziği aşığı. Bu sevgisi öyle büyük ki; yetenekli ve istekli Gürcü gençlerine burs ve kalacak yer imkanı sağlayan bir dernek kuruyor ve bu gençlerin eğitim almak için Almanya’ya gitmelerini sağlıyor. İşte bu yetenekli Gürcü öğrencilerden birisinin doğum gününe davet edilmiştim ben de. Doğum günü derneğin kurucusu hanımın evindeydi. Nasıl bir ortamla karşılaşacağım konusunda pek bir fikrim yoktu gitmeden önce, fakat sonradan anladım ki; beni orijinal bir Gürcü gecesi bekliyordu o evde. Nino ile beraber diğer Gürcü arkadaşlarla buluşmuş ve kutlamanın yapılacağı eve gelmiştik. Önceleri kendimi biraz yalnız hissettim, fakat daha sonra yanıma gelen ve bana “Futbol’u sever misin?” sorusunu yönelten, kendi yaşlarımdaki çocukla tanışınca yalnızlığım bitmişti. O günden yaklaşık bir ay sonra Tbilisi’de görüşeceğim bu çocuğun adı Tazo (Tamazi) idi. Spordan müziğe, Gürcüstan’dan Türkiye’ye birçok konuda konuştuk Tazo ile. Öyle dalmıştık ki sohbetimize herkesin masaya oturduğunu fark etmemiştik bile. Önce yemekler yendi. Tabii ki Gürcü yemekleri; cadiler, haçapuriler vs. Gürcülerin genetik yeteneklerinden midir yoksa kendi kültürlerine olan saygı duyulacak ilgilerinden midir bilmem orada bulunan herkes şarkı söyleyebiliyordu. Hem de öyle böyle değil; tam anlamıyla çok sesli, ufacık bir detonelik bile yaşamadan. Yemek boyunca sürekli şarkılar söylendi, konuşuldu, doğum günü sahibine kadehler kaldırıldı ve daha sonra içeriye; piyanonun başına geçildi. Üyesi olduğum Kafdağı Müzik Grubu’ndan bahsetmem ve çaldığımız şarkıları söylemem üzerine; benim şerefime “Simğera Tbilisze” şarkısını söylediler. Ve gece boyunca daha birçok şarkılar söylendi, danslar edildi. Orada bulunan Alman kadının bile bunlardan ne kadar etkilendiğini görebilseydiniz eğer; benim durumumu tahmin edebilirdiniz sanırım. O ana kadar yaşadığım belki de en güzel geceydi benim için. Herkes o kadar sıcak, o kadar iyiydi ki; kendimi gerçek dostlarımın arasında ve gerçek kültürümün içinde bulmuştum. Gecenin sonunda, Gürcüstan’da, Almanya’da veya Türkiye’de tekrar görüşmek dilekleriyle telefonlar, adresler alındı ve vedalaşıldı.
Hopa’da indiğimizde bizi Gürcüstan’ın Ankara Büyükelçiliğinde kültür işlerinden sorumlu müsteşar Paata Sarişvili karşıladı ve elçiliğin aracıyla kamp yerinin bulunduğu Bağdadi’ye kadar götürdü. Paata Bey ile yolculuğumuzun en güzel yanı Batumi’de yediğimiz “Acaruli Hacapuri” idi. Tam hacapurileri mideye indirmiş yolumuza devam ediyorduk ki, Acara Tv’den telefon geldi; bizimle röportaj yapmak istiyorlardı. Batumi’den biraz ileride bulunan bir yerleşim merkezinde durup onları bekledik. Sağnak yağmurdan korunmak için bir kafenin bahçesine sığınmıştık ve burası aynı zaman röportajın yapılacağı yer olmuştu. Kısa röportajın ardından tekrar yola koyulduk. Sonunda kamp yerinin bulunduğu Bağdadi’ye ulaşmıştık. Kamp alanı yemyeşil bir ormanın içindeydi. Yabancı bakışlar arasında kayıt işlemlerimizi tamamladık ve on gün boyunca kalacağımız çadıra gidip eşyalarımızı yerleştirdik. Çadırlar büyük askeri çadır tipindeydi, her birinin içinde onar adet yatak bulunuyordu. Alışmak biraz zaman alacaktı ama her şey güzeldi. İçimizde (maalesef ) sadece Selçuk Gürcüce konuşabiliyordu. Maçahel Gürcücesi de olsa gayet güzel anlaşıyordu herkesle. Ben ise grubun İngilizce tercümanlığını üstlenmiştim. Bu şekilde yarı Gürcüce yarı İngilizce iletişim kuruyorduk insanlarla. Kamp alanında birkaç röportaj daha yapıldı bizlerle. Biz pek ciddiye almamıştık ama ertesi gün kamptaki insanların “Dün sizi televizyonda seyrettik” demeleri üzerine bu röportajların boşuna yapılmadığını da anlamış olduk.
Her çadırda on kişi vardı ve her dört çadır bir grup oluşturuyordu. Genel olarak her dört çadırda bir çadır kız çadırı oluyordu. Bu şekilde toplam yedi grup vardı kampta. Her grubun başında biri erkek biri bayan olmak üzere iki lider vardı. Bizim grubun liderleri Niko ve Diana idi. Aslında farklı ülkelerden daha çok insanlar olmasını bekliyorduk ama bizim dışımızda sadece Rusya ve Azerbaycan’dan gençler vardı kampımızda. Onların da bizden farkı; bizim gibi başka ülkelerde doğup büyüyen değil, Gürcüstan’da doğup büyümüş ve sonradan göç etmiş kişiler olmalarıydı. Geri kalan herkes ise Gürcüstan’ın çeşitli bölgelerinden gençlerdi. Kampın esas amacı; gençlerdeki vatanseverlik ve milliyetçilik duygularını geliştirmek, gençlere askerliği öğretmek, sevdirmek birlik ve beraberlik olgularını benimsetmekti. Kendi adıma söylemek gerekirse, ben kampın bu amaçlarından ve uygulamalarından pek memnun kalmadım. Ancak orada kendi yaşıtım olan Gürcü gençlerle tanışmak, birlikte vakit geçirmek, birçok şey paylaşmak ve unutulmaz dostluklar kurmak gerçekten mükemmeldi. Sayısız dostumuz oldu bu kamptan ve kamptan sonra Tbilisi’de de görüştük çoğuyla. Kamp’ın programı pek yoğun değildi, verilen dersler arama-kurtarma, sağlık, silah kullanma vb. şeklindeydi. Bunların dışında her akşam gösteriler ve skeçler yapılıyordu. Her grup bir şeyler hazırlıyordu akşamlar için. Hatta bir akşam için bizim grubun skeçini biz hazırladık ve arkadaşlarla beraber oynadık. On gün boyunca gerçekten çok eğlendik ve çok şey yaşadık. Ama sonunda ayrılık vakti gelmişti. Her yerde ağlayan insanlar görmek mümkündü. Gerçekten öyle garip ki; hiç tanımadığın insanlarla on gün boyunca o kadar çok şey paylaşıyorsun ki, son gün ayrılırken bunların ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyorsun. Aynı çadırı paylaştığım o insanlarla ve diğer hepsiyle vedalaşırken bunu ben de yaşadım. Gerçekten zor oldu benim için. Bu arada bize bu güzel günleri yaşamamıza vesile olan Gürcüstan Dışişleri Bakanlığı ve Gürcüstan Ankara Büyükelçiliği yetkililerine buradan teşekkür ediyorum.
Bağdadi’den Tbilisi’ye gitiğimizde beni ve arkadaşım Barış’ı Zurab Batiaşvili karşıladı ve Lia Çlaidze’nin evine bıraktı. Selçuk ve Birkan kamptan sonra Türkiye’ye dönmüşlerdi. Lia Hanım(aslında özellikle ona “Lia Teyze” dememi istiyordu ama ben gene de Hanım diyorum) babamın ve annemin çok eski dostu olan bir Türkolog. Barış ile dört gece onun evinde kaldık. Artık yaşlanmış ve rahatsız olmasına rağmen bizimle o kadar iyi ilgilendi ki; sanırım hiçbir zaman ona borcumuzu ödeyemeyiz. Ayrıca bize bir de Gürcüce’ye kendi çevirdiği Haldun Taner’in “Şişhane’ye Yağmur Yağıyordu” isimli imzalı kitabını hediye etti. Ben de ona bu kitabı(Gürcüce ve Gürcü alfabesi ile yazılmış olan) okuyacağıma söz verdim.
Tbilisi’deki günlerimizde kamptan arkadaşlarımızla bol bol görüştük. Onun dışında Tamazi ve ikiz kardeşi ile çok güzel bir gün geçirdik. Ayrıca Zurab Abi ile Devlet Müzesi’ni, Sanat Müzesi’ni(ünlü ressam Pirosmani’nin orijinal resimlerini görmek gerçekten çok heyecan vericiydi. Hatta müze görevlisiyle anlaşıp çaktırmadan birisinin fotoğrafını bile çektim.) ve birçok Gürcü aydın ve ileri gelen isimlerinin mezarlarının bulunduğu Mtasminda (Panteon)yı ziyaret ettik. Buradan Tbilisi’yi yukarıdan seyretme ve İlia Çavçavadze’nin mezarının önünde fotoğraf çektirme şansına sahip olduk. Bütün bunların dışında da daha önceden Türkiye’den tanıdığım ve aile dostumuz olan Lela Dadiani ile o meşhur Rustaveli caddesini, yeni yapılan büyük ve etkileyici katedrali, eski Tbilisi’yi, önünde Vahtang Gorgasal’ın heykelinin bulunduğu ve Kura Nehri’nin kenarında bulunan o eski Metehi Kilisesi’ni ve şu an aklıma gelmeyen daha birçok yeri gezdik. Tbilisi’deki son gecemde yatağıma uzanıp geriye doğru baktığımda, bu güzel şehri bu kadar kısa zamanda gerçekten dolu dolu yaşadığımı fark ettim.
Ertesi sabah ise daha erkenden kendimizi Batumi Treni’nde bulmuştuk. Yaklaşık 6 saatlik yolculuğumuz boyunca yeşile doya doya Batumi’ye varmıştık. Batumi’de geçirdiğimiz bir gecenin ardından(tabiki akşam yemeği olarak “Acaruli Hacapuri” yemiştik.) ertesi sabah annemin akrabası olan Ramaz Surmanidze ile birlikte Sarp’ın yolunu tuttuk. Batumi-Sarp arasındaki yaklaşık 20 km.’lik yol boyunca deniz ve sahil şeridi gerçekten çok güzeldi. Ve yolun sonuna gelmiştik. Sınırdaydık; gezimizin sonunda. Sınır, gezimizin sonuydu çünkü sınırlar belirliyordu başka milletlerin birbirleri arasında gidip gelmelerini. Başka ülkeleri gezmeler hep sınırlara, pasaportlara, vizelere bağlıdır. Oysa milletlerin böyle tel örgülü, askerli, silahlı sınırlarla değil de, kendi kültürlerinin ve kendilerine has farklılıklarının belirlediği ve sadece insan olmanın sınırdan geçmek için yeterli olacağı hayali sınırlarla ayrılması(!) çok daha güzel olurdu kanımca. O zaman Gürcüstan gezimin sonunu Sarp olarak değil de, evimin kapısı olarak belirlerdim sanırım.
Banaki'den Hatıralar