TİBAŞ’TAN ATLAYIŞ
TİBAŞ’TAN ATLAYIŞ
Ramaz SURMANİDZE
1994-Batum
Oğlan, iki ayaklı küfeyi sırtından indirerek yere koydu, sonra ot yığınının yanına yaklaştırdı ve ters çevirdi. Biraz nefes aldıktan sonra ot tanelerini ayaklarıyla temizledi ve küfenin yanına oturdu. Bu sırada,
- Nanuça, hey Nanuça! diye yukardan seslenen kız kardeşinin sesi duyuldu.
Oğlan, ot yığını engel olduğundan cevap vermekte gecikti. Kız sesini yükselterek,
- Nanuça, neredesin? diye tekrar seslendi.
- Buradayım Sakine, ne oldu, niye bağırıyorsun? diyen Nanuça, kalkarak balkona doğru baktı. Kız balkon demirinden aşağıya öyle sarkmıştı ki gören düşeceğini sanırdı. Kız,
- Niyaz ve Sırma Batum’a gitmişler. Annem ot toplamaya boş vermeni ve gece çocuklarla birlikte o tarafta kalman gerektiğini söyledi.
- Bu kadar otu eve kadar kim taşıyacak? Niyaz amcagillere sen git, ben bu işle uğraşayım, diye karşılık verdi
Nanuça.
- Annem ne söylediyse onu yap! diyerek sinirli bir şekilde karşılık veren Sakine, balkon demirinden uzaklaşarak evine girdi. Nanuça, yine oturdu ve etrafı izlemeye başladı. Kızıl güneş, denizin aynaya benzeyen yüzeyine oturmuştu ve kıyıya doğru ışınlarını gönderiyordu. Kalktı ve küfeyi ot yığınının yanında bırakarak hızla aşağıya doğru
inmeye başladı. Burada Tibaş deresi çalkalanarak akıyordu. Dereye yaklaşan çocuk, durduğu yerden sıçrayarak derenin üzerinden atladı. Sonra bir dakikalığına geriye baktı, sanki atladığı yer ile olan mesafesini gözleriyle ölçüyordu. Bu atlayış ilk değildi. Çocuk yokuşu çıktı ve Laz tarzıyla yapılmış olan evin giriş kapısını
açtı.
***
Birgün önce çok yorulmuş olduğundan derin uykuda olan Nanuça, kapı sesinden uyandı. Yatağında doğruldu, biraz gerindi. Pantolonunu iki ayağını aynı anda sokarak giydi ve kalktı. Açık kapıdan Sırma ve Niyaz göründüler. Batum’dan dönmüşlerdi. Oğlanın uyuduğunu düşünerek dikkatlice davranıyorlardı. Bu arada Nanuça ayakabılarını giymiş, gömleğinin düğmelerini iliklemişti.
- Gidiyorum yengeciğim, dedi ve o kadar çabuk çıktı ki hiçbir şey soramadılar.
- Oğlum kahvaltı etseydin, diye bağırdı koşan Nanuça’ya Sırma. Nanuça ise portakal bahçesini çoktan geçmişti. Acelesinden dolayı Tibaş deresine yaklaştığını geç anladı. Birkaç adım geriye giderek, koşmak için hazırlandı. Atlayacak duruma gelen Nanuça, birisinin güçlü elinin kendisine değmesi üzerine durdu.
- Nereye koşuyorsun? diye (Rusça) sordu adam.
Nanuça acele acele adamın elini itekleyerek adama baktı. Adam askerdi. Başında yeşilimsi ve önlüklü şapkası vardı. Üzerinde Rus askerlerinin giydiği ‘gimnastura’ denilen asker elbisesi vardı. Yakasında küçük, yeşil renkli kadife kumaş yapışıktı. Belinde ‘nagan’ denilen silah takma kabı asılıydı ve altına giydiği ‘galipe’ denilen Rus askeri pantolonunun dizinden aşağısı, siyah ve parlayan çizmelerinden dolayı görünmüyordu. Nanuça, dereye doğru gitmeye yeltendiyse de silahlı adam onu kolundan tutarak geriye doğru çekti.
- Oraya gitmek yasak! dedi (Rusça), korkudan şaşırmış çocuğa.
Nanuça bu sözlerin anlamını bilmiyordu. Bir ara ‘bu adam dereden atlamama neden engel oluyor?’ diye düşündü ise de, sonunda askerin o tarafa geçme izni vermediğini anladı.
- Ben evime gitmek istiyorum!
Ancak bunu söyleyebildi. Elini askerin elinden kurtarabilmek için çabalıyordu, fakat yabancı adam o kadar sıkı tutuyordu ki elini mengeneye sıkıştırılmış gibi hissediyordu.
- Geri dön! dedi (Rusça).
Bu kez asker daha ciddiydi. Çocuğun elini serbest bırakarak onun önünde durdu. Sanki çocuğun kendi evine bakmaya bile hakkı yoktu.
- Benden ne istiyorsunuz amca? Ben o tarafta oturuyorum. Evime, anneme gideceğim, diyen çocuğun sesinde
üzüntü ve yakarış hissediliyordu.
- Hayır yasak! diye (Rusça) soğuk bir şekilde yanıtladı asker çocuğun sorusunu ve onu arkaya doğru çevirdi.
- O tarafa git! diyerek (Rusça) eliyle Niyaz’ın evini işaret etti.
Nanuça’nın gözleri yaşla doldu. Ayaklarını sürükleyerek amcasının evine doğru gitti. Mutfağa girdi ve hiç konuşmadan ocağın yanına oturdu. Niyaz üstünü değiştirmişti ve duvara asılı olan takvimin sayfalarını açıyordu. Birşeyler okuduktan sonra, bir sayfayı yırtarak ocağa attı. Nanuça, ayaklarının dibine düşen kağıdı aldı. Kağıtta kalın harflerle, ‘15 Şubat 1937’ yazıyordu.
***
‘Tkeç’ denilen bitkiden dokunmuş koltukta oturan ve balkon demirine tutunmuş olan adam koltuğunu beşik gibi sallıyordu. Aşağıdan ezan sesi duyuldu. Müezzin dindarları öğle namazına çağırıyordu. Adam, balkon demirine dayanarak başını kaldırıp minareye baktı. Şerefeye önceden müezzin çıkardı, şimdi ise teyp bandının döndüğünü hissetti, etrafa teyp sesi yayılıyordu. Deniz kıyısındaki ovada, derenin iki yanında yeni inşa edilmiş evlerin önünde birer-ikişer insanlar göründü. Ardından değişik renkli ve markalı otomobiller geldi. Sonra, otobüs konvoyunun gelmesiyle meydan insanlarla doldu.
Adam, meydanda toplanan halktan gözünü ayırmadan,
Coni! diye oğluna seslendi.
Yirmi yaşlarında olan genç adam balkona çıktı.
- Beni aşağıya indirin! dedi babası.
- Aşağıya mı? diye şaşırarak sordu genç adam.
- Evet, aşağıya, diye tekrar etti adam.
Genç adam önce babasına, sonra aşağıya doğru baktı. Kırk seneden fazla geçmişti. Savaş bittikten sonra aşağıya değil, bahçeye bile nadiren çıkıyordu. Çok oldu, bastonları attı, protez yaptırdı fakat yine de yürüyemedi. Protez seslerine alışamadı. Her adım atışında bomba sesleri duyardı ve ayaklarını kaybettiği halde ağrı hissederdi.
- Üstümü değiştirin! dedi, oğluna. Oğlan annesini getirdi, yeni ceket ve ayakkabıları giydirdiler, bahçeye çıkardılar. Sonra, komşunun çocukları adamı oturduğu koltuğuyla birlikte aşağıya götürdüler.
***
Tibaş deresi üzerine, sekiz metre uzunluğunda geniş bir köprü yapmışlardı. O tarafa da, bu tarafa da insanlar dolmuştu. İnsanlar ağaçlara bile çıkmışlardı. Şehirden gelen gazeteciler gözetleme kulesinden bakıyorlardı, oradan her şey avuç içi gibi görünmekteydi. Köprünün bu tarafına yeşil şapkalı askerler dizilmişlerdi. Oğlanlar koltuklu adamı, sınırı koruyan subayın önünde bıraktılar. Savaşa katılmış olan adam, subaya ‘ne dersin, şimdi öteki tarafa geçebilir miyim?’ dercesine öfkeli bir şekilde baktı.
-Lütfen geçiniz, dedi (Rusça) tevazu içindeki asker ve yardım etmek amacıyla koltuğa elini uzattı. Halk ve askerlerden oluşan konvoy ikiye bölündü. Koltuklu adama hemen dört-beş metre uzaklıkta, köprünün ortasına kurdela bağlandı, mikrofon yerleştirildi ve iki tarafın yetkilileri de buraya yaklaştılar. Bunlar iki ülkenin hükümet temsilcileri idiler. Önce kurdelayı kestiler, sonra da sırayla söz aldılar. Konuşmalarda bu küçük köprünün açılışının ne kadar önemli olduğunu dile getirdiler. İki taraftan da alkışlar koptu. Belli ki her iki tarafta duran insanlar bu anı bekliyorlardı. Gazeteciler gözetleme kulesinin merdivenlerinden çabucak inerek heyecanlı halk topluluğuna katıldılar ve yavaş yavaş köprüye yaklaştılar. Kelimelerle anlatılabilecek gibi değildi. Kadın, erkek, büyük, küçük birbirlerine sarılıyorlardı. Bazıları sevincini gizlemiyordu. Bazıları gözyaşlarını tutamıyor, bazıları da sessizce ağlıyordu. Köyün yerlisi, akrabasına,
- Neyle geldin? diye sordu.
Akrabası önce düşündü, sonra çekinerek cevap verdi.
- Onlar arabayla geldiler, ben hava yoluyla geldim. Dinleyen adam anladı ki bu şaka değildi ve ona sarıldı.
- Uçakla geldik, diyerek cevabını somutlaştırdı akrabası. Herkes akrabasını buldu. Görüşmelerin ilk coşkulu anları geçti. Bu sırada,
- Nanuça! diye, o taraftan koşarak gelen siyah elbiseli bir kadının sesi duyuldu. Kadın, köprünün yanına giderek koltukta oturan kardeşine sarıldı.
-Buradayım Sakine, ne bağırıyorsun? dedi adam ağlayarak ve yaşlı gözleriyle saçları beyazlaşmış olan kız kardeşine bakarak.
- Seni görmediğimi mi zannediyorsun? Seni balkonda da gördüm. Seni bu koltukla aşağıya doğru getirdiklerini görünce ben de koştum.
- Bu günleri görebileceğimi zannetmemiştim.
- İşte gördün, gördüm fakat… Sakine uzaklara bakarak birkaç saniye sessiz kaldı.
- Ne olurdu, bizimkiler de görseydi seni!
Tarih, 31 Ağustos 1988 gününü gösteriyordu.
İlgili Galeriler